11 Eylül 2017 Pazartesi

KALP DE DÜŞÜNÜR

KALP DE DÜŞÜNÜR


Doğduğumuz andan beri etrafımızdaki herkesle iletişim kurarız. En yakınımızdakilere bağlanırız, bu kaçınılmazdır. Okuduğum bir yazıya göre hiç kimse ne kadar zaman geçerse geçsin annesinin yüzünü unutamazmış. Bu farklı tür bir bağdır. İçerisinde ne olursa olsun güven, mutluluk, ihtiyaç ve sevgiyi bulundurabilen bir bağdır.  Bir de günlük hayatımızda çevremizdeki insanlarla kurduğumuz arkadaşça veya romantik bağlar vardır. Bu daha dünyaya bile gelmeden önce  annemizle sahip olduğumuz bağdan biraz farklıdır tabii.


Ben iyi bir gözlemci ve dinleyici olduğumu düşünürüm. Bu nedenle deneyimden çok gözleme dayalı bir deneme yazmayı tercih ediyorum bu yazımda.  Şu diğer bağdan bahsedelim biraz. Bu tür bağlar da farkında olmadan oluşur ama bir anneyle çocuğunki kadar kırılmaz değildir. Ama oluşabilmesinin nedenleri vardır. Bence bu nedenler “çok fazla ortak noktaları” olması veya “zıt kutupların birbirini çekmesi” ile ilgili değildir. Çok fazla ortak noktası olan iki insanı ele alalım. Aynı işi yapıyorlar, aynı kitaplardan hoşlanıyorlar, aynı sporları yapıp aynı enstrümanları çalıyorlar, aynı yemeklerden hoşlanıyorlar, aynı filmleri izliyorlar… Kısacası ilgi alanları, hobileri, gündelik hayatları neredeyse tamamen uyuşuyor. En azından dışardan bakıldığında öyle görünüyor. Sonuçta, yaptıkları şeyler aynı olsa da bunlar hakkında kendilerine ait fikirleri var. Aynı kitaptan hoşlanmış olabilirler ama kitaptan anladıkları şeyler çok farklı olabilir. Aynı işte aynı konumda olabilirler ama iş etikleri birbirine uymuyor olabilir. Aynı enstrümanı çalıyor, aynı sporu yapıyor olabilirler ama bu yine de yaptıkları şeyler konusunda fikirlerinin de birbirleri ile aynı olduğunu göstermez. Bu durum, iki insanın arasında ciddi bir rekabet başlatabilir. İlişkilerinin, aralarındaki bağın devamlılığı artık sevgiye değil bu rekabeti nasıl idare ettiklerine bağlı olur. Bu örnek olarak gösterdiğim iki insan bir çift olmak zorunda değil, aynı durumun tıpkı burada anlattığım şekilde arkadaşlık ilişkileri ve bağlarında da görüldüğünü düşünüyorum.


Hiçbir ortak noktası olmayan iki insana gelirsek: Bu durumun da önceki yazdığım paragraftaki gibi, benim gözlemlerime dayalı olan iki olası sonucu vardır. Birbirlerinin hiçbir ilgi alanını paylaşmayan iki insan buna rağmen bir şekilde bağlanmışlar diyelim. Böyle bir durumda ya birbirlerinin ilgi alanlarına ortak olmaya başlarlar ve bir şekilde birbirlerine açılıp, farklı yanlarını ve yeni fikirleri görmeye başlarlar ya da gittikçe birbirlerinden uzaklaşıp karşılarındakinin de yaklaşmasına izin vermemek için üzerlerine birer kilit koyarlar, çünkü birbirlerine bir şey vermediklerini ve uyumlu olmadıklarını düşünürler. Zaten sağlam olmayan bağ kopar. 


Peki ya “bağ” ne zaman, nasıl gerçek ve sağlam olur?  Hani derler ya “doğru kişiyi bulduğunda anlayacaksın” diye. Bu da onun gibi bir şey. Aslında bu yukarda yazdığım şeylerin hiçbirini barındırmak zorunda değil. Çünkü hiçbir ortak noktaları olmadığını düşünen insanların bile bir ortak noktası vardır. Bu ortak nokta her zaman göz önünde, gündelik hayatta, ilgi alanlarında, hobilerde olmaz. Bu ortak nokta hayata bakış açısında olur, iyi yaşama, mutlu olma isteğinde… 


Yani, insanları asıl birleştiren, bağlayan şey birbirlerine ne kadar uyumlu veya ne kadar  ters görünmeleriyle ilgili değildir bence. Belki de doğru kişi, doğru arkadaş, doğru sevgili, doğru eş olmaları kalplerinde yer alan bir düşünce yüzündendir. O düşünce onlar birbirlerini tanıdıkça kalplerini de birbirine çeker. Kalpler de yavaş yavaş birbirlerine tutunurlar. Bir süre sonra da birbirlerinden asla ayrılmak istemezler. Ben bunu bir çok yerde gördüm: Bir at ve yavrusunda, bir köpek ve sahibinde, el ele tutuşan iki çocukta, sevgilide...

30 Temmuz 2017 Pazar

MERAK KEDİYİ ÖLDÜRÜR MÜ?

MERAK KEDİYİ ÖLDÜRÜR MÜ?



Tüm canlı varlıklar yaşamlarını devam ettirmek için solunum yapmak zorundadır. Bu, yer çekiminin varlığı kadar kesin bir şeydir. Peki ama biz bunu nasıl biliyoruz?




Bütün bunların hepsi kısa bir “neden?” sorusuyla başladı. Bu soru hiç bitmeyen, sonu gelmeyen sorular zincirinin başıydı. Ancak, zinciri elinde tutup oradan oraya sürükleyen şey insanın merakıydı. Yaşama, evrene, kendine olan merakıydı. Bu merak insanın içindeki hala daha sönmemiş olan ateşi ilk defa alevlendirdi. İnsanlar evrene bakmayı bıraktılar ve içindekileri görmeye başladılar. Doğru soruları sormayı yavaş yavaş öğrendiler. Böylece, öğrendik ki evrende milyarlarca galaksi varmış, biz Samanyolu Galaksisi diye adlandırdığımız bir tanesinin içinde Güneş denen dev yıldızın etrafında dönen küçük gezegen, “Dünya” da yaşıyormuşuz. Bu küçük gezegende diğerlerinde olmayan bir şey varmış ve bu yüzden kocaman evrende bildiğimiz yerlerin arasında sadece burada bitkiler, hayvanlar, insanlar yani canlılık varmış. Tabii zaman geçti ve bu, evrene, dünyaya dair öğrendiğimiz en temel ve bilindik şey haline geldi. 



Korkak denizcilerimiz vardı, dünyanın bir ucundan düşeceklerini sanırlardı.  Zeki bir adamın milyonlarca sorudan bir tanesine büyük bir ilgisi ve hayranlığı vardı. Bu soruya bir cevap buldu. Dünya’nın tepsi gibi düz değil küre gibi yusyuvarlak olduğunu iddia etti. Tabii bu kafalarında takke ve ellerinde haç tutan adamların pek hoşuna gitmedi. Fikriyle beraber bu adamı kapatabileceklerini düşündüler. Adamı istedikleri kadar istedikleri yerde tutmayı başardılar ama fikri kulaktan kulağa yayıldı. Merak her yerde ve herkesteydi. Fikri büyüdü, çocukların kafalarındaki dünyalarda, bir fizikçinin denklemlerinde… Bu insanlar sayesinde uzaya çıktık. Dünya’nın ilk fotoğrafını çektik. Adam haklıymış! Dünya gerçekten yuvarlakmış.










Ardından başka bir adam başka bir soruya bir cevap aradı. Tuhaf, tel saçlı bir adamdı bu. Atomun nasıl parçalanabileceğini anlamıştı! “E= mc2” Işık hızının karesinin kütleye çarpımı enerji miktarına eşittir! Bu büyük buluşu dünyayla paylaştı ancak çok geçmeden insanlık ona ve fikrine ihanet etti. Ve bu adam yaptığı şeyi ‘hayatının en büyük hatası’ olarak nitelendirdi. Bu adam asla istemezdi ki onca insan, onca çocuk, onca hayvan ne olduğunu anlayamadan buhar olup uçsun, kaybolsun. O sadece tüm kalbini ve mantığını adadığı, bilimin peşinden gitti. “ Bilim atom bombasını üretti ama asıl kötülük insanların beyninde ve kalplerindedir.


 Bence, merak kediyi öldürmez: Merak insanlara birçok şeyi sadece bir tutam gizemle yaptırmaı başarabilen bir silahtır belki ama eğer bu silah onu kullanmayı bilen birine verilirse merak, kurşunlarının altında kalan kişiyi öldürmez tam tersi kalabalık bir sokakta hızlıca yürüyen insanlar gibi akan yaşamın aslını, kendini gösterir. Elbette ki o kurşunlar bir yere çarpacak ama almamız muhtemel olan sonuç için risk almaya değecektir bence.


Demek istediğim şu ki: şimdiye kadar yerin en dibini kazarak, gökyüzünün en tepesinden bakarak bulunan her şey bir adam, bir tutam gizem ve merakın kıvılcımları sayesinde keşfedilmiştir. Önlerinde sonuna kadar açık bir kapı olmasına rağmen göz ucuyla dışarıya bakmaya tenezzül bile etmeyen insanlara rağmen çalıştılar, asla merak etmeyi kesmediler, asla yerlerinde saymadılar ve asla cevaba ulaştıklarında yüzlerinde birden belirecek olan o gülümsemeyi hayal etmeyi bırakmadılar. Bize bir miras bıraktılar: milyonlarca sorudan birkaçının cevabını… Onlara bakıp içimizde onu keşfetmemizi bekleyen sonsuz merak ateşinin ilk kıvılcımlarını yakmamız için bıraktılar.

12 Mayıs 2017 Cuma

KELEBEK YELKENLİ GEMİ


Kelebek Yelkenli Gemi  



Herkes bir şekilde yaşar. Ne kadar uzun ya da kısa, kolay veya zor göründüğü önemli değildir. Aynı zamanda hiçbir hayat sıradan da değildir.


Hayatımız boyunca her gün farklı ruh halleri içerisinde ve değişik, bazen de tanımlayamadığımız duygular hissederken buluruz kendimizi. Hepimizin bunu ifade etmek için farklı yöntemleri vardır: yazarız, çizeriz, belki de sadece konuşmak isteriz. Ben sanatçıların, ressamların, yazarların müzisyenlerin, bizimle aynı duyguları paylaşıyor olmalarına rağmen her şeyi daha fazla hissettiklerine inanıyorum. Hissettikleri duyguları mı daha derin yaşıyorlar sadece? Hayır. Çevremizdeki her şeyi; şehirde bir o tarafa bir bu tarafa sürüklenen insanları, bir müzikteki armoniyi, yeni doğmuş bir bebeğin sesini, ağaçları ve kuşları… Onlara bahşedilen bu yetenek eserlerinin her yerinde kendilerini belli ediyor. Bu yüzden onları bizden farklı yapan tek şey yetenek değil; farkındalık.


Bir tabloya baktığınızda görmek istediğiniz şey nedir? Sanatçının yapıtında bir anlam mı ararsınız, yoksa renklerin uyumu veya sanatçının tekniği mi sizin ilginizi çeker? Benim bir tabloya baktığım zaman görmek istediğim şey duygudur. Tabii ki mantık ve teknik de bir resmi harika yapabilir. Ama ben hep bir şeyleri eksik görürüm o resimlerde. Belki de ressamın yaşadığı hayatı, hissettiklerini o tip bir tabloda göremememdendir. Yani, benim bir tabloda asıl görmek istediğim şeyi tabloyu yapandır. Ben bir tabloya baktığımda bu resmin neler hissedilerek çizildiğini bilmek isterim. Ressam aşık mıydı bunu çizerken? Acı mı çekiyordu yoksa? Belki de farkındaydı açlığın, fakirliğin, sefil bir hayatın.




Madem resimlerden ve ressamlardan konuşmaya başladık o zaman size bir soru daha sorayım: Van Gogh’un Salvador Dali ’den veya Picasso’dan farkı ne?  Elbette ki bu ressamların her birinin kendine özgü bir tarzı var ama şu yönden bakmayı deneyin: Vincent Van Gogh ailesinde 8 kardeşten en küçüğü ve her zaman da en şanssızıydı. Ailesi fakirdi ve küçük oğulları Vincent’i okutmaya paraları yetmedi. Bu yüzden Vincent sayısız işe girdi ve hiçbirine tutunamadı. Daha sonra resim çizebildiğinin farkına vardı. Bu yeteneği bir avantaja çevirmeyi amacı haline getirdi. Avrupa’nın birçok yerini dolaştı ve çizdiği resimleri satmaya çalıştı ama bu resimler kimsenin dikkatini çekmemesinin yanında çok fazla eleştiri aldı ve Van Gogh hayatı boyunca tek bir tablo bile satamadı. Hayatının bu kısmı göründüğünden de zordu aslında çünkü ruhsal sorunlar yaşamaya başlamıştı. Gittiği her yerde insanlar ona deli diyorlardı. Van Gogh yine de bir süre daha hayatı bırakmadı, çizmeye devam etti. Kendini çizdi, sadece kendini değil içini de çizdi, acıyı, yalnızlığı ve deliliği de kendi portrelerindeydi. Bir süre daha denemiş olmasına rağmen insanlar onu rahat bırakmıyorlardı ve 36 yaşındayken onu akıl hastanesine kapattılar. Hayatı boyunca yaptığı gibi en değerli ve tek varlığı olan kardeşi Theo’ya ondan cevap alamamasına rağmen yazmaya devam etti ve tüm resimlerini ona bıraktıktan sonra bir buğday tarlasında kafasına sıktığı bir kurşunla 37 yaşında öldü. Son sözleri ise "Hüzün sonsuza dek sürecek" idi. Yani, fakir ve sefildi, aklını kaçırmıştı, mutsuzdu, yalnızdı ve hayatı çok kısa sürdü.






Şimdi de Salvador Dali’den bahsedelim biraz. Dali, 2 çocuklu küçük bir ailenin 2. çocuğuydu. O daha doğmadan önce kendisiyle aynı adı taşıyan ağabeyi Salvador ölmüştü. Onun anısını yaşatmak isteyen kederli ailesi ona da Salvador adını verdi. Salvador Dali ailenin tek ve erkek çocuğu olduğu için ilgi her daim onun üzerindeydi. Varlıklı olan babası onun eğitimine çok önem vermişti. Ama Dali, kibirliydi. Çocukken başladı bu kibir ve kendini beğenmişlik, özellikle resim çizmeye başladıktan sonra bu yönü kendini daha fazla göstermeye başladı. Çünkü Dali, hiç tanımadığı ağabeyinin gölgesi altında yetişiyordu. Ailesi sanki çocukları ölmemiş ve o küçük Salvador’muş gibi davranıyorlardı ona. Gittiği her okuldan kısa bir süre sonra atılan Dali babasının yardımlarıyla okulu bitirdi. Ve resim akademisine başladı. Orada da birkaç yıl okuduktan sonra sergilerini açtı ve resimleri çok kısa bir sürede büyük miktarlarla satıldı. Böylece resim ve ressam camiasına girmiş oldu. Çok geçmeden karısı Gala’yla tanıştı ve böylelikle ilk ve tek aşkını da bulmuş oldu. Artık her şey O’ydu. Hayatı, resimleri, ilham perisi…



Gala’dan sonra sürrealizmin öncülerinden oldu ve resmin mantığına ve tekniğine yeni bir boyut kazandırdı. Gala öldükten sonra büyük bir yas içerisinde olan Dali, resim çizmeyi bıraktı. Bir süre sonra Barcelona’da kendi müzesini tasarlamaya karar verdi. Eserlerinin büyük bir bölümünü oraya bırakmasının yanı sıra 1989 yılında 85 yaşındayken ölmeden önce mezarının da bu müzeye konmasını isteyen bir vasiyet yazdı. Uzun, mutlu, zenginlik içinde ve her anında insanların ilgisinin bir şekilde üstünde olduğu, dolu bir hayat yaşadı.




Sanatçıların, bilim adamlarının, müzisyenlerin hayat hikayelerinin çok önemli olduğunu düşünürüm. Çünkü benim, yaşadıkları şeyleri her şeyiyle resimlerinde, icatlarında veya müziklerinde görmemi sağlar bu hikayeler. Bu iki ressamınkinde dikkat çekici bir şey fark ettim. Neredeyse birbirlerinin tam zıttıydılar. Bir tarafta hiçbir şeyi olmayan ve başarısız olarak nitelendirilen mutsuz bir adam, diğer tarafta ise istediği her şeye sahip, olabildiğine mutlu ve şanslı bir adam var. Bunu fark ettikten sonra dönüp bir daha baktım resimlerine, artık farklı bir bakış açısıyla bakıyordum. Daha iyi anlıyordum söylemek istediklerini. Hatta anlamakla kalmadım o şanssız adamın söylemek istediğini, hissettim de. Sonra o şanslı adamın resmine baktım, bazılarında sonsuzluğu gördüm, bazılarında zamanın akışını; bazen sadece renkleri ve uyumu gördüm bazen de her şey siyah beyazdı…

Old Man in Sorrow
(Acı Çeken Adam)
Vincent Van Gogh

The Ship With Butterfly Sails
(Kelebek Yelkenli Gemi)
Salvador Dali


                                                                                






Şu ana kadar bu iki ressamla ilgili anlattığım şeylerin tümüne bakacak olursak: Bir hayat, bir duygu yapılan ve yapılacak her şeyi etkiler. Van Gogh, duygu karmaşası içinde, mutsuz bir adam resimlerinde de öyle. Dali, zengin, çok zeki ve çok yetenekli bir adam, resimlerinde de öyle. Ama Dali’nin eserlerinden bahsederken hiç duygudan söz ettim mi? Edemem eğer etseydim kendime ve size yalan söylemiş olurdum. Dali’nin resimlerine baktığımda tek yapabildiğim şey düşünmek oluyor hissetmek değil. Ama Van Gogh’unkilere baktığımda kalbimden bin bir türlü şey geçiyor. Ve benim de herhangi bir resimde, fotoğrafta, orkestrada veya bir kitapta sevdiğim şey budur.

                                                                                                          Z. Ece Yıldırım
                                                                                                          11. 05. 2017