20 Mart 2018 Salı

DÜNYA'NIN 7 HARİKASI

DÜNYA’NIN  YEDİ  HARİKASI

1.Mısır (Gize) Piramitleri
Mısır Piramitleri 4. Hanedanlık dönemi firavunları tarafından yaptırılmaya başlanmıştı. Bu piramitlerin en büyüğü olan Keops yaklaşık 43 yüzyıl boyunca dünyanın en uzun yapısıydı ve yapımı neredeyse yirmi yıl sürmüştü. Bu piramitler yedi harikanın arasında ilk yapılan olsa da bunların arasında hala ayakta olan tek yapıdır.

Aslında bu koca piramitlerin sadece insan gücüyle bir araya getirilmesi ve günümüzde ayakta ve sapasağlam olduğu gerçeği bizim için hala büyük bir şaşkınlık ve bir gizem. Hatta böyle bir şeyin mümkün olmasına o kadar şaşırmışız ki bir dönem bu piramitlerin uzaylılar tarafından yapıldığı bile öne sürülmüş. 


2. Babilin Asma Bahçeleri
M.Ö  7. yy. da  yapılmış olan bu harika, Babil Kralı Nebukatnazet tarafından, o dönemlerde huzursuz ve memleket özlemi içerisinde kendini yiyip bitiren karısı Semiramis için  yaptırılmıştır. Şu anda geriye sadece anlatılan halk efsanelerine dayanılarak çizilmiş bir görünümü kalmıştır. Ancak çizilen bu resim bile bu yerin ne kadar görkemli olduğunu gözler önüne seriyor.



3. Iskenderiye Feneri                                                 (Alexandria)
İskenderiye Feneri ve tarihinden bahsetmeden önce Büyük İskender’den, fetihlerinden ve hayatından biraz bahsetmek istiyorum. 

Büyük İskender,  “Yoldaşlar” adındaki süvari birlikleriyle 8 yılda genç yaşına rağmen akıl almaz başarılar gösterdi. 

Çanakkale Boğazı’ndan Asya’ya geçti ve Granicus Savaşı’nı kazandı. Miletos ve Halikarnossos’ u aldı. Mısır’ı Fethetti Hindistan’ı işgal etti. Özbekistan’a sefer yaptı. Bir dağ geçidi olan Pers Kapısı’nı aşarak Persepolis’i yağmaladı ve Hazar Denizi’nde sefer yaptı. İssos Savaşı’nda Persleri yendi daha sonra Gaugamela Savaşı’nda persleri yeniden yendi ve Babil ve Susa’ya girdi. İskender, bu savaşlar sonrasında Pers hakimiyeti altındayken büyük zorluklar çeken Babil ve Susa halkı tarafından büyük bir sevinçle karşılandı ve kurtarıcı olarak görüldü. İskender, Perslere karşı gerçekleştirdiği büyük zaferinden sonra artık yenilmez olduğunu düşünmeye başlamıştı. 

Büyül İskender, Perslere uğrattığı büyük yenilgiden sonra fethettiği mısıra geri döndü ve Nil Nehri’nin yanına bir kent kurmaya başladı. Kent, İskenderiye Feneri’ne ilk adını veren Pharos Adası tarafından korunuyordu. Bu adada bulunan devasa deniz fenerinin yapılış amacı aslında her deniz fenerinin yapılış amacıyla aynıydı: geceleri denizcilerin yolunu aydınlatmak. Ancak dünyadaki en büyük deniz feneri olmasının yanı sıra, ışığı 20 kilometreye kadar denizdeki her yerden görünüyordu. Kısa bir süre sonra Pharos Feneri şehrin sembolü haline geldi bu nedenle ismini İskenderiye Feneri olarak değiştirildi. Fener bir dizi depremden sağ kurtulmasına rağmen Ms. 995 yılındaki bir depremde üst, 1302 yılındaki bir depremde de alt gövdesi koparak çöktü. Sonunda, 1408 yılında Memlük Sultanı Kait-Bay tarafından yaptırılacak bir kale için tamamen yıkıldı ve malzemeleri kalenin yapımında kullanıldı.
 Büyük İskender asla görememesine rağmen İskenderiye kenti kocaman caddeleri, kütüphaneleri ve limanlarıyla Antik Çağ’ın bir kültür merkezi haline gelmişti. İskender, yaptığı onca şey sayesinde tanrılarla bir tutulmaya başlamıştı ve öldüğünde de bir tanrı gibi altın bir tabut içinde gömülmüştü. İskenderin bir çocuğu olmadığı için tahtının da bir varisi de yoktu, bu nedenle İskender’in 4 büyük komutanı fethedilmesine yardım ettikleri ülkelerin kralları oldular ve Ptolemaios da İskenderiye kralı oldu. İskender’in mirası ancak MÖ. 30'da Ptolemaiosların sonuncusu olan Kleopatra’nın ölümüyle son buldu.


4. Zeus Heykeli
 MÖ. 466 yılında adına Olimpiyat Oyunları düzenlenen Zeus için şu anda Yunanistan’da bulunan Olimpia (Olimpos) şehrine yapılmıştır. Bu heykel Atina’daki ünlü Panthenon Tapınağı’na  Athena’nın heykelini yapan heykeltraş Phidias tarafından altın, abanoz, bronz ve fildişi bi araya getirilerek yapılmıştır. Bir süre sonra itibarını kaybettiği için İstanbul’a taşınmış ne yazık ki orada çıkan bir yangın sonucu geriye sadece birkaç parçası günümüze kadar ulaşmış ve şu an hala Louvre Müzesi’nde (Fransa, Paris) sergilenmeye devam ediyor.


5. Rodos (Helios) Heykeli
Hyperion ve Theia adlı titanların 3 çocuğundan biri olan Güneş Tanrısı Helios adına yapılan bu devasa heykel aslında Rodos halkının beraberliğinin simgesi olarak yapılmıştı. Liman girişinde bulunan heykel MÖ. 266 yılında bir deprem yüzünden en zayıf yeri olan dizinden kırılmış ve çökmüş. Bir süre sonra Rodos halkı harabe olarak kalan heykelin restorasyonu için  Firavun Ptolemy III. den bir restorasyon teklifi almış. Bunun üzerine ne yapacağından emin olamayan halk, gidip bir kahine danışma kararı almış. Kahin onlara     “ Sevinç getirdikleri gibi, uğursuzluk getirecekler…” gibi bir kehanette bulunmuş, bu nedenle de halk teklifi zaman kaybetmeden geri çevirmiş.  Heykel 900 yıl boyunca çöküntü olarak orada kalmış. Ms. 654 yılında Araplar Rodos’u fethettmiş ve heykelin parçalarını Suriyeli bir Yahudi tüccara satmışlar. 


6.Kral Mausollos’un  Anıt Mezarı 
Halikarnas Mozolesi olarak da bilinen bu yapıt, Mö. 352-353 arasında o zamanlarda adı Karya olan, günümüzde ise Bodrum’a yakın bir bölgede idi. 
Mö. 543 yılında Persler Anadolu’yu ele geçirmiş ve egemenliği altına alarak Büyük Kral tarafından valiliklere ayırmış.  Ana yurttan yüksek Pers memurlarını, bölgeleri kralın adı altında yönetmek üzere göndermişti. Ancak bu kurala uymayan tek valilik Karya idi. Karya’nın yöneticileri sadece Karya hanedanlığından gelmeydi ve bu hanedanlığın en önemli ismi Mausollos’tu. Hüküm sürdüğü yıllar boyunca Karya’yı ana yurttan bağımsız bir şekilde yönetmiş ve Karya’ya maddi ve manevi olarak altın çağını yaşatmıştı. Halk tarafından çok sevilmesi sayesinde, aslında hiçbir zaman kral olmasa da halk tarafından kral olarak anılmıştır. Öldüğü zaman kız kardeşi ve karısı olan Artemisia II onun için görkemli bir anıt mezar yaptırmış ve anıt mezar, o zamanlar çok ünlü olan yunan mimar Pythius tarafından inşa edilmişti.
Yazılanlara göre bu anıt mezar 1500 yıl boyunca ayakta kalmış ve sonunda bir deprem yüzünden yıkıldığı düşünülüyor. 

1402 yılında, Saint Jean Şövalyeleri Bodrum bölgesini ele geçirmiş ve anıt mezarın yıkıldığını görünce parçalarından bugünkü Bodrum Kalesi’ni inşaa etmişlerdir. Mezarın içine ise ilk defa 1494 yılında girmişler ancak anıt mezarın en dibinde bulunan asıl mezar odasını asla bulamamışlardır ve bu sayede Mausollos’un mezarı bir süre daha bozulmadan kalmıştır. 1522 yılında ise, kaleyi güçlendirmek amacıyla parça aramak için bir grup şövalye bir kez daha anıt mezara girmiş ve bu şövalyelerden bir tanesi olan La Touret, anılarında anıt mezarı betimleyerek ana mezar odasına giderken gördükleri kabartmaların ve heykellerin karşısında büyülendiklerini yazmıştır. Daha sonrasında ise tam mezar odasına gireceklerken paydos zilinin duyulmasıyla geri döndüklerini yazmış ve sonraki gün anıt mezara bir daha gittiklerinde mezarın soyulmuş ve her tarafta değerli kumaşlar ve altın ve takılar olduğunu yazmıştır. 
British Museum'da Halikarnas Mozolesi 

Bugün, ismini Mausolles’ten alan mozolelerin kalan çok küçük bir kısmı Bodrum’da sergilenmektedir. Normalde, atlılar, Artemisia ve Mausolles’in heykelleri ve de tapınağın bazı sütünlarıyla çatı gibi parçaları İngiliz bir arkeolog tarafından kurtarılmıştır ancak British Museum’a (İngiltere, Londra) götürülmüştür ve orada sergilenmeye devam etmiştir, hala da sergilenmektedir.


7. Artemis Tapınağı

MÖ. 600l’lü yıllarda Efes’te inşa edilen Artemis Tapınağı, farklı dinlerden, ülkelerden ve dillerden insanların bir araya gelebildiği etkin bir şekilde kullanılan bir yerdi ve yıllar boyunca birçok farklı amaçla kullanılmıştı. Bu amaçlardan bir tanesi tapınmak bir başkası ise bu alanı herkese açık bir pazar yeri olarak kullanmaktı.

 Neredeyse tamamı mermerden yapılmış ve altın ve gümüş süslemelerle bir araya getirilmiştir. Ay ve av tanrıçası Artemis için Lydia Kralı Croesus (Kurezüs) tarafından yaptırılmıştır. Mimarisi  Giritli bir mimar olan Cherisiphron tarafından gerçekleştirilmiş ve klasik bir yunan tapınağı görünümünde olması amaçlanmıştır.  İçerisine birçok farklı heykel yerleştirilmiş ancak o dönemde bu tapınakla ilgili farklı olan şey, normal bir Yunan tipi tapınakta sadece insan veya tanrı heykeli olmasına rağmen bu tapınakta Tanrıların heykellerinin yanı sıra Amazonlar ve kurt gibi asil hayvanlarınkiler de fazlasıyla bulunuyordu. 

Artemis Tapınağı, MS. 262 yılında Gotlar’ın saldırmasıyla yerle bir edilmiştir. Tam olarak bir asır sonra Roma İmparatorluğu Constantine şehrine gelmiş ancak bu tapınağı restore ettirmemiş çünkü o zaman çoktan Hristiyanlık dinine geçmiştir. Böylece Artemis Tapınağı bir harabe olarak kalmış ve Efes’te sadece 2 sütun, British Museum’da da tek bir mermer parçası günümüze kadar gelmeyi başarmıştır. 












11 Şubat 2018 Pazar

79 FİLM


Birkaç senedir film izlemekle derinden ilgileniyorum ve bir süre önce de kayda değer bulduğum filmleri not etmeye başladım. Not ettiğim bu filmleri iç karartıcı bir günün eğlencesi veya doldurulmak istenen boş bir zamanın aktivitesi olarak kullanabilmeniz ve size de bana kattığı gibi bir şeyler katabilmeleri dileğiyle...

Not: Filmlerde iyiden kötüye gibi bir sıralama YOKTUR. 

FİLM LİSTEM

1. V for Vendetta (isyan ve adalet)
2. The Great Gatsby (ihanet)
3. Amelie (saf iyimserlik)
4. Titanic (klişe aşk, gerçek sınıf ayrımı)
5. Across the Universe (The Beatles)
6. Shutter Island (aldanış)
7. The Shining (Redrum)
8. Se7en (durdurulamaz bir seri katil)
9. Forrest Gump (run Forrest, run!)
10. Indiana jones serisi (eğlence)
11. James bond serisi (koşturmaca)
12. The Godfather serisi (mafya)
13. Matrix serisi ("the one")
14. Ex-Machina ( yapay zeka)
15. The Big Lebowski (2 adam 1 isim)
16.12 Years a Slave (haksızlık)
17. The Imıtation Game (enigma)
18. Truman Show (hangisi gerçek?)
19. 12 Monkeys (geçmiş, gelecek,suçlu,salgın)
20. LEON (saksı)
21. Zorro (maskeli kahraman)
22. Dead Poets Society (Carpe Diem)
23. The Danish Girl (yeniye cesaret)
24. The Intouchables (dostluk)
25.  La La Land (Yıldızlar Şehri)
26. Fight club (tahmin edilemez)
27. The eternal sunshine of a spotless mind (sil baştan)
29. The Usual Suspects (kandırmaca)
30. Interstellar (paralel evren)
31. Whiplash (azim)
32. THE GRAND BUDAPEST (21. yüzyılın en iyilerinden)
33. Trumbo (Hollywood'un diğer yüzü)
34. The Good Will Hunting (hayattaki yönünü bulmak)
35. The Dressmaker(şanssızlık laneti)
36. Finding Neverland (Peter Pan)
37. Catch me if you can (kaçak)
38. Inside Out (animasyon)
39. The Little Prince (animasyon)
40. Corpse Bride (animasyon)
41. Gone With The Wind (Tara)
42. Gladyatör (sonuna kadar)
43. Blues Brothers (müzik)
44. Gattaca (imkansızı zorlamak)
45. Kill Bill vol.2 (kan davası)
46. Fisher King (Balıkçı Kral'ın hikayesi)
47. Spartacus (adalet yoksa isyan haktır)
48. The Theory of Everything (Stephen Hawking)
49. The Never Ending Story (bitmeyen hikaye)
50. Brazil (komik bir distopya)
51. Breakfast at Tiffany's (Tiffany’de Kahvaltı)
52. Singin'in The Rain (kült müzikal)
53. 2001: Space Odyssey (derin uzay)
54. Captain Fantastic (ilkel yaşamın gücü)
55. Cinema Paradiso (bir çocuğun ilk aşkı: sinema)
56. The Legend of 1900 (muhteşem piyanist)
57. Best offer (değer)
58. Stealing beauty (yeni başlangıçlar)
59. Fifth Element (Leeloo)
60. One Flew Over the Cuckoo's Nest (aykırılık)
61. Bonnie&Clyde (soygun)
62. Slumdog Millionaire (deneyimlerden öğrenmek)
63. All That Jazz (ölümün dansı)
64. Easy Rider (anti-Amerikan rüyası)
65. Cabaret (dans!dans!dans!)
66. Sunset Boulevard (geçmişte yaşamak)
67. Life is Wonderful (elindekilerin değeri)
68. Chinatown (Politikanın gerçekliği)
69. Don Juan de Marco (kendi gerçeğinin doğruluğuna inanç)
70. Citizen Kane (Rosebud)
71. La Dolce Vita (tatlı hayat)
72. Bram Stocker's Dracula(olağanüstü yaratıkların başlangıcı)
73. The Purple Rose of Cairo (gerçek mi yoksa gerçekçi olan mı?)
74. Devil’s Advocate (fırsat)
75. Serseri Aşıklar-Breathless (farklı sevmek)
76. Scent of a Woman(parfüm)
77. 12 Angry Man (çoğunluğun oyu gerçeği değiştirir mi?)
78. 21 Grams (ölüm farkındalığı)
79. Sleeper- Woody Allen (200 yıl sonra)
80. Sekseninci de sizden olsun... Lütfen bana da ilgi çekici bulduğunuz bir filmi önermekten çekinmeyin.

Ece Yıldırım
11 Şubat 2018

11 Eylül 2017 Pazartesi

KALP DE DÜŞÜNÜR

KALP DE DÜŞÜNÜR


Doğduğumuz andan beri etrafımızdaki herkesle iletişim kurarız. En yakınımızdakilere bağlanırız, bu kaçınılmazdır. Okuduğum bir yazıya göre hiç kimse ne kadar zaman geçerse geçsin annesinin yüzünü unutamazmış. Bu farklı tür bir bağdır. İçerisinde ne olursa olsun güven, mutluluk, ihtiyaç ve sevgiyi bulundurabilen bir bağdır.  Bir de günlük hayatımızda çevremizdeki insanlarla kurduğumuz arkadaşça veya romantik bağlar vardır. Bu daha dünyaya bile gelmeden önce  annemizle sahip olduğumuz bağdan biraz farklıdır tabii.


Ben iyi bir gözlemci ve dinleyici olduğumu düşünürüm. Bu nedenle deneyimden çok gözleme dayalı bir deneme yazmayı tercih ediyorum bu yazımda.  Şu diğer bağdan bahsedelim biraz. Bu tür bağlar da farkında olmadan oluşur ama bir anneyle çocuğunki kadar kırılmaz değildir. Ama oluşabilmesinin nedenleri vardır. Bence bu nedenler “çok fazla ortak noktaları” olması veya “zıt kutupların birbirini çekmesi” ile ilgili değildir. Çok fazla ortak noktası olan iki insanı ele alalım. Aynı işi yapıyorlar, aynı kitaplardan hoşlanıyorlar, aynı sporları yapıp aynı enstrümanları çalıyorlar, aynı yemeklerden hoşlanıyorlar, aynı filmleri izliyorlar… Kısacası ilgi alanları, hobileri, gündelik hayatları neredeyse tamamen uyuşuyor. En azından dışardan bakıldığında öyle görünüyor. Sonuçta, yaptıkları şeyler aynı olsa da bunlar hakkında kendilerine ait fikirleri var. Aynı kitaptan hoşlanmış olabilirler ama kitaptan anladıkları şeyler çok farklı olabilir. Aynı işte aynı konumda olabilirler ama iş etikleri birbirine uymuyor olabilir. Aynı enstrümanı çalıyor, aynı sporu yapıyor olabilirler ama bu yine de yaptıkları şeyler konusunda fikirlerinin de birbirleri ile aynı olduğunu göstermez. Bu durum, iki insanın arasında ciddi bir rekabet başlatabilir. İlişkilerinin, aralarındaki bağın devamlılığı artık sevgiye değil bu rekabeti nasıl idare ettiklerine bağlı olur. Bu örnek olarak gösterdiğim iki insan bir çift olmak zorunda değil, aynı durumun tıpkı burada anlattığım şekilde arkadaşlık ilişkileri ve bağlarında da görüldüğünü düşünüyorum.


Hiçbir ortak noktası olmayan iki insana gelirsek: Bu durumun da önceki yazdığım paragraftaki gibi, benim gözlemlerime dayalı olan iki olası sonucu vardır. Birbirlerinin hiçbir ilgi alanını paylaşmayan iki insan buna rağmen bir şekilde bağlanmışlar diyelim. Böyle bir durumda ya birbirlerinin ilgi alanlarına ortak olmaya başlarlar ve bir şekilde birbirlerine açılıp, farklı yanlarını ve yeni fikirleri görmeye başlarlar ya da gittikçe birbirlerinden uzaklaşıp karşılarındakinin de yaklaşmasına izin vermemek için üzerlerine birer kilit koyarlar, çünkü birbirlerine bir şey vermediklerini ve uyumlu olmadıklarını düşünürler. Zaten sağlam olmayan bağ kopar. 


Peki ya “bağ” ne zaman, nasıl gerçek ve sağlam olur?  Hani derler ya “doğru kişiyi bulduğunda anlayacaksın” diye. Bu da onun gibi bir şey. Aslında bu yukarda yazdığım şeylerin hiçbirini barındırmak zorunda değil. Çünkü hiçbir ortak noktaları olmadığını düşünen insanların bile bir ortak noktası vardır. Bu ortak nokta her zaman göz önünde, gündelik hayatta, ilgi alanlarında, hobilerde olmaz. Bu ortak nokta hayata bakış açısında olur, iyi yaşama, mutlu olma isteğinde… 


Yani, insanları asıl birleştiren, bağlayan şey birbirlerine ne kadar uyumlu veya ne kadar  ters görünmeleriyle ilgili değildir bence. Belki de doğru kişi, doğru arkadaş, doğru sevgili, doğru eş olmaları kalplerinde yer alan bir düşünce yüzündendir. O düşünce onlar birbirlerini tanıdıkça kalplerini de birbirine çeker. Kalpler de yavaş yavaş birbirlerine tutunurlar. Bir süre sonra da birbirlerinden asla ayrılmak istemezler. Ben bunu bir çok yerde gördüm: Bir at ve yavrusunda, bir köpek ve sahibinde, el ele tutuşan iki çocukta, sevgilide...

30 Temmuz 2017 Pazar

MERAK KEDİYİ ÖLDÜRÜR MÜ?

MERAK KEDİYİ ÖLDÜRÜR MÜ?



Tüm canlı varlıklar yaşamlarını devam ettirmek için solunum yapmak zorundadır. Bu, yer çekiminin varlığı kadar kesin bir şeydir. Peki ama biz bunu nasıl biliyoruz?




Bütün bunların hepsi kısa bir “neden?” sorusuyla başladı. Bu soru hiç bitmeyen, sonu gelmeyen sorular zincirinin başıydı. Ancak, zinciri elinde tutup oradan oraya sürükleyen şey insanın merakıydı. Yaşama, evrene, kendine olan merakıydı. Bu merak insanın içindeki hala daha sönmemiş olan ateşi ilk defa alevlendirdi. İnsanlar evrene bakmayı bıraktılar ve içindekileri görmeye başladılar. Doğru soruları sormayı yavaş yavaş öğrendiler. Böylece, öğrendik ki evrende milyarlarca galaksi varmış, biz Samanyolu Galaksisi diye adlandırdığımız bir tanesinin içinde Güneş denen dev yıldızın etrafında dönen küçük gezegen, “Dünya” da yaşıyormuşuz. Bu küçük gezegende diğerlerinde olmayan bir şey varmış ve bu yüzden kocaman evrende bildiğimiz yerlerin arasında sadece burada bitkiler, hayvanlar, insanlar yani canlılık varmış. Tabii zaman geçti ve bu, evrene, dünyaya dair öğrendiğimiz en temel ve bilindik şey haline geldi. 



Korkak denizcilerimiz vardı, dünyanın bir ucundan düşeceklerini sanırlardı.  Zeki bir adamın milyonlarca sorudan bir tanesine büyük bir ilgisi ve hayranlığı vardı. Bu soruya bir cevap buldu. Dünya’nın tepsi gibi düz değil küre gibi yusyuvarlak olduğunu iddia etti. Tabii bu kafalarında takke ve ellerinde haç tutan adamların pek hoşuna gitmedi. Fikriyle beraber bu adamı kapatabileceklerini düşündüler. Adamı istedikleri kadar istedikleri yerde tutmayı başardılar ama fikri kulaktan kulağa yayıldı. Merak her yerde ve herkesteydi. Fikri büyüdü, çocukların kafalarındaki dünyalarda, bir fizikçinin denklemlerinde… Bu insanlar sayesinde uzaya çıktık. Dünya’nın ilk fotoğrafını çektik. Adam haklıymış! Dünya gerçekten yuvarlakmış.










Ardından başka bir adam başka bir soruya bir cevap aradı. Tuhaf, tel saçlı bir adamdı bu. Atomun nasıl parçalanabileceğini anlamıştı! “E= mc2” Işık hızının karesinin kütleye çarpımı enerji miktarına eşittir! Bu büyük buluşu dünyayla paylaştı ancak çok geçmeden insanlık ona ve fikrine ihanet etti. Ve bu adam yaptığı şeyi ‘hayatının en büyük hatası’ olarak nitelendirdi. Bu adam asla istemezdi ki onca insan, onca çocuk, onca hayvan ne olduğunu anlayamadan buhar olup uçsun, kaybolsun. O sadece tüm kalbini ve mantığını adadığı, bilimin peşinden gitti. “ Bilim atom bombasını üretti ama asıl kötülük insanların beyninde ve kalplerindedir.


 Bence, merak kediyi öldürmez: Merak insanlara birçok şeyi sadece bir tutam gizemle yaptırmaı başarabilen bir silahtır belki ama eğer bu silah onu kullanmayı bilen birine verilirse merak, kurşunlarının altında kalan kişiyi öldürmez tam tersi kalabalık bir sokakta hızlıca yürüyen insanlar gibi akan yaşamın aslını, kendini gösterir. Elbette ki o kurşunlar bir yere çarpacak ama almamız muhtemel olan sonuç için risk almaya değecektir bence.


Demek istediğim şu ki: şimdiye kadar yerin en dibini kazarak, gökyüzünün en tepesinden bakarak bulunan her şey bir adam, bir tutam gizem ve merakın kıvılcımları sayesinde keşfedilmiştir. Önlerinde sonuna kadar açık bir kapı olmasına rağmen göz ucuyla dışarıya bakmaya tenezzül bile etmeyen insanlara rağmen çalıştılar, asla merak etmeyi kesmediler, asla yerlerinde saymadılar ve asla cevaba ulaştıklarında yüzlerinde birden belirecek olan o gülümsemeyi hayal etmeyi bırakmadılar. Bize bir miras bıraktılar: milyonlarca sorudan birkaçının cevabını… Onlara bakıp içimizde onu keşfetmemizi bekleyen sonsuz merak ateşinin ilk kıvılcımlarını yakmamız için bıraktılar.

12 Mayıs 2017 Cuma

KELEBEK YELKENLİ GEMİ


Kelebek Yelkenli Gemi  



Herkes bir şekilde yaşar. Ne kadar uzun ya da kısa, kolay veya zor göründüğü önemli değildir. Aynı zamanda hiçbir hayat sıradan da değildir.


Hayatımız boyunca her gün farklı ruh halleri içerisinde ve değişik, bazen de tanımlayamadığımız duygular hissederken buluruz kendimizi. Hepimizin bunu ifade etmek için farklı yöntemleri vardır: yazarız, çizeriz, belki de sadece konuşmak isteriz. Ben sanatçıların, ressamların, yazarların müzisyenlerin, bizimle aynı duyguları paylaşıyor olmalarına rağmen her şeyi daha fazla hissettiklerine inanıyorum. Hissettikleri duyguları mı daha derin yaşıyorlar sadece? Hayır. Çevremizdeki her şeyi; şehirde bir o tarafa bir bu tarafa sürüklenen insanları, bir müzikteki armoniyi, yeni doğmuş bir bebeğin sesini, ağaçları ve kuşları… Onlara bahşedilen bu yetenek eserlerinin her yerinde kendilerini belli ediyor. Bu yüzden onları bizden farklı yapan tek şey yetenek değil; farkındalık.


Bir tabloya baktığınızda görmek istediğiniz şey nedir? Sanatçının yapıtında bir anlam mı ararsınız, yoksa renklerin uyumu veya sanatçının tekniği mi sizin ilginizi çeker? Benim bir tabloya baktığım zaman görmek istediğim şey duygudur. Tabii ki mantık ve teknik de bir resmi harika yapabilir. Ama ben hep bir şeyleri eksik görürüm o resimlerde. Belki de ressamın yaşadığı hayatı, hissettiklerini o tip bir tabloda göremememdendir. Yani, benim bir tabloda asıl görmek istediğim şeyi tabloyu yapandır. Ben bir tabloya baktığımda bu resmin neler hissedilerek çizildiğini bilmek isterim. Ressam aşık mıydı bunu çizerken? Acı mı çekiyordu yoksa? Belki de farkındaydı açlığın, fakirliğin, sefil bir hayatın.




Madem resimlerden ve ressamlardan konuşmaya başladık o zaman size bir soru daha sorayım: Van Gogh’un Salvador Dali ’den veya Picasso’dan farkı ne?  Elbette ki bu ressamların her birinin kendine özgü bir tarzı var ama şu yönden bakmayı deneyin: Vincent Van Gogh ailesinde 8 kardeşten en küçüğü ve her zaman da en şanssızıydı. Ailesi fakirdi ve küçük oğulları Vincent’i okutmaya paraları yetmedi. Bu yüzden Vincent sayısız işe girdi ve hiçbirine tutunamadı. Daha sonra resim çizebildiğinin farkına vardı. Bu yeteneği bir avantaja çevirmeyi amacı haline getirdi. Avrupa’nın birçok yerini dolaştı ve çizdiği resimleri satmaya çalıştı ama bu resimler kimsenin dikkatini çekmemesinin yanında çok fazla eleştiri aldı ve Van Gogh hayatı boyunca tek bir tablo bile satamadı. Hayatının bu kısmı göründüğünden de zordu aslında çünkü ruhsal sorunlar yaşamaya başlamıştı. Gittiği her yerde insanlar ona deli diyorlardı. Van Gogh yine de bir süre daha hayatı bırakmadı, çizmeye devam etti. Kendini çizdi, sadece kendini değil içini de çizdi, acıyı, yalnızlığı ve deliliği de kendi portrelerindeydi. Bir süre daha denemiş olmasına rağmen insanlar onu rahat bırakmıyorlardı ve 36 yaşındayken onu akıl hastanesine kapattılar. Hayatı boyunca yaptığı gibi en değerli ve tek varlığı olan kardeşi Theo’ya ondan cevap alamamasına rağmen yazmaya devam etti ve tüm resimlerini ona bıraktıktan sonra bir buğday tarlasında kafasına sıktığı bir kurşunla 37 yaşında öldü. Son sözleri ise "Hüzün sonsuza dek sürecek" idi. Yani, fakir ve sefildi, aklını kaçırmıştı, mutsuzdu, yalnızdı ve hayatı çok kısa sürdü.






Şimdi de Salvador Dali’den bahsedelim biraz. Dali, 2 çocuklu küçük bir ailenin 2. çocuğuydu. O daha doğmadan önce kendisiyle aynı adı taşıyan ağabeyi Salvador ölmüştü. Onun anısını yaşatmak isteyen kederli ailesi ona da Salvador adını verdi. Salvador Dali ailenin tek ve erkek çocuğu olduğu için ilgi her daim onun üzerindeydi. Varlıklı olan babası onun eğitimine çok önem vermişti. Ama Dali, kibirliydi. Çocukken başladı bu kibir ve kendini beğenmişlik, özellikle resim çizmeye başladıktan sonra bu yönü kendini daha fazla göstermeye başladı. Çünkü Dali, hiç tanımadığı ağabeyinin gölgesi altında yetişiyordu. Ailesi sanki çocukları ölmemiş ve o küçük Salvador’muş gibi davranıyorlardı ona. Gittiği her okuldan kısa bir süre sonra atılan Dali babasının yardımlarıyla okulu bitirdi. Ve resim akademisine başladı. Orada da birkaç yıl okuduktan sonra sergilerini açtı ve resimleri çok kısa bir sürede büyük miktarlarla satıldı. Böylece resim ve ressam camiasına girmiş oldu. Çok geçmeden karısı Gala’yla tanıştı ve böylelikle ilk ve tek aşkını da bulmuş oldu. Artık her şey O’ydu. Hayatı, resimleri, ilham perisi…



Gala’dan sonra sürrealizmin öncülerinden oldu ve resmin mantığına ve tekniğine yeni bir boyut kazandırdı. Gala öldükten sonra büyük bir yas içerisinde olan Dali, resim çizmeyi bıraktı. Bir süre sonra Barcelona’da kendi müzesini tasarlamaya karar verdi. Eserlerinin büyük bir bölümünü oraya bırakmasının yanı sıra 1989 yılında 85 yaşındayken ölmeden önce mezarının da bu müzeye konmasını isteyen bir vasiyet yazdı. Uzun, mutlu, zenginlik içinde ve her anında insanların ilgisinin bir şekilde üstünde olduğu, dolu bir hayat yaşadı.




Sanatçıların, bilim adamlarının, müzisyenlerin hayat hikayelerinin çok önemli olduğunu düşünürüm. Çünkü benim, yaşadıkları şeyleri her şeyiyle resimlerinde, icatlarında veya müziklerinde görmemi sağlar bu hikayeler. Bu iki ressamınkinde dikkat çekici bir şey fark ettim. Neredeyse birbirlerinin tam zıttıydılar. Bir tarafta hiçbir şeyi olmayan ve başarısız olarak nitelendirilen mutsuz bir adam, diğer tarafta ise istediği her şeye sahip, olabildiğine mutlu ve şanslı bir adam var. Bunu fark ettikten sonra dönüp bir daha baktım resimlerine, artık farklı bir bakış açısıyla bakıyordum. Daha iyi anlıyordum söylemek istediklerini. Hatta anlamakla kalmadım o şanssız adamın söylemek istediğini, hissettim de. Sonra o şanslı adamın resmine baktım, bazılarında sonsuzluğu gördüm, bazılarında zamanın akışını; bazen sadece renkleri ve uyumu gördüm bazen de her şey siyah beyazdı…

Old Man in Sorrow
(Acı Çeken Adam)
Vincent Van Gogh

The Ship With Butterfly Sails
(Kelebek Yelkenli Gemi)
Salvador Dali


                                                                                






Şu ana kadar bu iki ressamla ilgili anlattığım şeylerin tümüne bakacak olursak: Bir hayat, bir duygu yapılan ve yapılacak her şeyi etkiler. Van Gogh, duygu karmaşası içinde, mutsuz bir adam resimlerinde de öyle. Dali, zengin, çok zeki ve çok yetenekli bir adam, resimlerinde de öyle. Ama Dali’nin eserlerinden bahsederken hiç duygudan söz ettim mi? Edemem eğer etseydim kendime ve size yalan söylemiş olurdum. Dali’nin resimlerine baktığımda tek yapabildiğim şey düşünmek oluyor hissetmek değil. Ama Van Gogh’unkilere baktığımda kalbimden bin bir türlü şey geçiyor. Ve benim de herhangi bir resimde, fotoğrafta, orkestrada veya bir kitapta sevdiğim şey budur.

                                                                                                          Z. Ece Yıldırım
                                                                                                          11. 05. 2017



19 Mayıs 2016 Perşembe

Mısır Mitolojisi (3)





Kısa bir sürede Osiris’in ölümü kulaktan kulağa yayılmaya başladı. En sonunda kocasının ölmünü duyan İsis o dönemlerde keder içerisinde olan kadınların yaptığı gibi saçından bir tutam kesti, yas kıyafetini giydi ve ağlayarak çöllerde kutuyu aramak için yola koyuldu.

İsis günler boyu ağladı ve gördüğü herkese kutuyu görüp görmediğini sordu. En sonunda bir grup çocuk, kutunun Nil Nehri ağzındaki Papirüs Bataklıkları’na  doğru gittiğini söyledi. İsis, sonunda kutunun Biblos yakınlarındaki bir ılgın ağacın gövdesi içinde kaldığını öğrendi, ağaç o kadar büyüktü ki kutu görünmüyordu bile.

Biblos ülkesinin kralı Merkartus’un kutudan haberi yoktu, ancak bu büyük, uzun ve görkemli ağaçtan haberi vardı. Hizmetçilerini bu büyük ağacı kesmesi için gönderdi ve ağacın gövdesini çok değişik bir şekilde kullandı. Ağacı sarayındaki yemek salonunun ortasına çatıyı destekleyecek bir kolonmuş gibi yerleştirtti.


Çok kısa bir süre sonra İsis ılgın ağacının nerede olduğunu öğrendi ve bunun üzerine harekete geçti. Kral Merkartus’un sarayının yakınındaki bir kasabaya gitti ve kadınların su doldurmak için geldiği çeşmenin yanına gitti. İsis, Kraliçe Astarte’nin hizmetçileri olan kızlar çeşmeye geldiğinde onlarla son derece içten ve nazik konuştu, saçlarını ördü son olarak da onları kendi vücudunun aromasıyla parfümledi. Hizmetçilerinden bunu duyan Astarte, bunları yapan bu yabancı kadının huzuruna çağrılmasını emretti. Sonunda İsis Astarte’nin huzuruna çıktığında Astarte, İsis ile tanışmakta çok mutlu oldu ve onur duydu. Bunun üstüne İsis’e, oğullarından birine bakıcılık yapmasını rica etti. İsis, kutuyu alabilmek uğruna bu teklifi kabul etti...

25 Nisan 2016 Pazartesi

Mısır Mitlojisi (2)

Osiris’in İmparatorluğu:
OSİRİS
Osiris tahtta iken Mısır altın çağını yaşadı. Osiris ilk önce kendi halkını ehlileştirdi daha sonra ise küçük kasabalara ve büyük krallıklara seyahatler yaparak oradaki halkın da saygısını kazandı ve tıpkı kendi halkına yaptığı gibi onları elit ve çalışkan olmaya teşvik etti. Gittiği yerlerde uzun süre boyunca kaldı ve hem kendi kültüründen birçok şeyi onlara verdi hem de onların kültüründen kendi kültürüne birçok şey aktarmış oldu.


Tehlikeli çöllerin tanrısı olan Seth, Yukarı ve Aşağı Mısır’ın kralı olmayı kafasına koymuştu, bu yüzden uygun bir zaman için bekliyordu. Osiris’in, şehirden uzun bir süre boyunca ayrılacağını duyunca bir şeyler planlamaya başladı. Bunu fark eden Toth ve zeki kızı İsis, Seth’in peşinden hiç ayrılmadı bu yüzden Seth planını gerçekleştiremedi. Ama yine de vazgeçmiş de değildi.

Osiris, Mısır’ a döndükten hemen sonra, Seth, yeni bir plan yaptı. İlk olarak Osiris bir gece yatağında uyurken, Seth gizlice onun boyunun ölçüsünü aldı. Adamlarına bu ölçüyü tam anlamıyla onun ölçülerine göre bir kutu yapmalarını istedi. Sonrasında bu kutuyu en değerli ve göz kamaştırıcı mücevherlerle süslemelerini istedi. Daha sonra, Osiris’in yetmiş dört adamını ona karşı kışkırttı ve kendi tarafına aldı. Son olarak yapması gereken tek şey Osiris’i onun dönüşünü kutlamak üzere bir yemeye davet etmek oldu.

NİL NEHRİ
Osiris, hiçbir şeyden şüphelenmeden bu daveti kabul etti. Seth, yemeğin ortasında kendi adamlarından kutuyu getirmelerini istedi. Misafirler ( Osiris’in yetmiş dört adamı) kutuyu gördüklerinde çok beğenmişler gibi davrandılar. Bunun üzerine Seth, bir öneride bulundu:  Bu kutuya tam anlamıyla sığabilen kişinin kutuya sahip olabileceğini söyledi. Bunun üzerine herkes aceleyle sıraya girdi. Osiris sıranın sonundaydı ve hiçbir şeyden şüphelenmedi. Kutuya giren herkes ya çok uzun ya da çok kısa oluyordu. Sonunda sıra Osiris’e geldi. Osiris kutuya girdiği anda yetmiş dört adam birden kutunun üzerine kapandılar ve kutuyu çivilemeye başladılar. Osiris’in ölümünü kesinleştirmek için kutunun üzerine eritilmiş kurşun döktüler ve gece yarısı kimse onları görmeden kutuyu Nil Nehri’ne attılar.